Korkmak...
Korkmak…
Hayatımızı şekillendiren ve bizi bu noktaya getiren bir his. Yüzyıllar boyunca
korktuk durduk, sevmekten, sevilmemekten, kazanmaktan, kaybetmekten, bilmekten,
bilememekten… İnsanlığı şekillendiren bir şey olduğunu da yeni fark ettik.
Yüzyıllar
boyunca çok çeşitli sebepten korktuk. İlk zamanlar gök gürültüsünün sebebini
tanrıyı kızdırmak olarak algıladık ve onu sakinleştirmek için her şeyi yaptık.
Daha sonra ortaçağda bilmekten korktuk kitapların arasına zehir sürdük bilmek
isteyenleri zehirledik.
İlk
toplumlar bir arada yaşama kararlarını korktukları için almıştır. Korktukları
için devlet kurmuş, onu korumak için canını vermiş. Garip, aslında korktuğu şey
devlet kurmasına rağmen başına gelmiş ve ölmüş. İnsanlar devleti ölmemek için
kurmamış mıydı? Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesinde devlet için çıkar
yolun vatandaşın ölmesiyse hiç düşünmeden canını vermesi gerektiğini belirtiyor
(Rousseau, 2015:32). Bu açıklama bile aslında korkularımızdan asla
kaçamayacağımızı gösteriyor bizlere. Korkumuz yüzünden kurduğumuz kurum bile
bizi koruyamıyorsa…
Bugünlere
dönersek eğer günümüzde insanların en çok korktukları şey nedir? Cevap
bilmemek. O kadar çok korkuyoruz ki
birileriyle konuşurken konu hakkında düşüncelerimizi sorduklarında o kelimeyi
söyleyemiyoruz. Atalarımız; “Bilmemek
ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek asıl kabahatin öğrenmemekte ya da onda
ısrar etmekte olduğunu belirtmişlerdir. Türk Dil Kurumu (TDK) bu atasözünü; “"insanın her şeyi bilmemesi kusur değildir ama
bilmediği bir işi sorup öğrenmeden yapmaya kalkışması kusurdur" anlamında
kullanılan bir söz”[1]
şeklinde açıklamıştır.
Hayat Boyu Cahillik (Bilmemek)
İnsan
hayatı boyunca her dakika bir şeyler öğrenir, özellikle çağımız bilgi çağı diye
adlandırıldığına göre bu evre iki hatta üç katına çıkmış durumda. Sürekli
olarak bir enformasyon akışına maruz kalıyoruz ve çoğunu süzmeden alıyoruz.
Bilgileri süzme evresini ancak birçok kaynaktan okuyarak, araştırarak gerçekleştirebiliriz.
Ama bizim ne yazık ki buna vaktimiz yok. Çok hızlı yaşıyor ve hızlı
tüketiyoruz. (Burada “tüketmekten” kasıt bilgi ya da haberdir)
Ömrümüz
boyunca ne kadar bilgi aldırabiliriz kafamıza? Bir rakam veremesek bile bugünkü
bilgisayarlardan ya da hard disklerden fazla bilgi aldığı aşikâr. Güne
başladığımız andan itibaren gün bitene kadar ne gördüysek ne duyduysak hepsi
kafamızın içinde ve hatta yıllar boyunca da orada durmaya devam ediyor.
Her
zaman cahil miyizdir? Cahilliğin bir sonu var mı? Ya da şöyle sorsak daha mı
doğru olur; Cahilliğin çeşitleri var mı? Varsa nelerdir?
Cahillik
denilince akıllara hemen ya okuma yazma bilmeyen ya da bilgisizce her şeye
inanan ve her konuda bilgi sahibi olduğunu sanan birisi gelir. Ancak, burada
bahsedilen cahillik ise kendini geliştirmeye adamış ve tamamen bilmek için
araştıran kişiyi ifade eder. Yani kişi kendini ne kadar cahil hissederse
kendini geliştirmeye o kadar adar ve öğrenme isteği ile dolar. Sokrates’in ünlü
sözü sanırım buraya uygun düşer; “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”
Sokrates aslında ulaşmak istediğimiz konunun özüne götürüyor. Hayatımız boyunca
bahsettiğimiz şekilde cahil kaldığımızı düşünürsek ve bu cehaletimizi
gidermenin yollarını ararsak bu bizi bilgiye götürür. Ancak, bu cahilliği
bilgiye giden yol olarak görmezsek kendimizi çok başka yollarda bulmamız
kaçınılmazdır.
Çağımızda
birçok konuda bilgi sahibi olsak da yine diğer birçok konuda da bilgi sahibi
olmamız mümkün değil. Nedense hepimizin yaptığı bir yanlış var o da;
“Bilmiyorum, bu konu hakkında bilgim yok” diyememek. Belki de çağımızın en
büyük korkularından birisi bu. Zamanımızın getirdiği gerekliliklerden birisi
kendimizi sürekli olarak güncellemek (Ya da teknolojik tabirle “Update”).
Kendimizi güncelleme ihtiyacı hissetmemizin en büyük sebebi sosyal faktördür.
Çevreye baktığında insanların birçok konu hakkında bilgi sahibi olduğunu gören
kişi kendisini eksik hissetmekte ve kendisine kaynak arayışına girmektedir. Karşısındaki kişiyi ne kadar bilgi sahibi
sansa da aslında ne kadar bilgiyi ne kadar kişinin hangi kaynaklardan bildiği
meçhul bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kişilerin bulduğu kaynaklar genellikle
herhangi bir yere dayanmayan sosyal medya ortamları olmaktadır. Bilgi toplumu
olurken kirli bilgi toplumu olmak sanırım böyle bir şey.
Günümüzde, bilgi kirliliğinden korkmamak
fakat, bilmemekten korkmak söz konusu. Korku kavramlarımız boyut değiştirdi, bilmemek
kötü hissettirse bile her konuda bilgi sahibi olduğumuzu iddia etmemiz tam bir
sıkışıp kalmışlığın ifadesidir.
Bilgi toplumuna evrildiğimiz şu zamanda
aslında öyle bir noktadayız ki geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kaldık.
Hurafelere mi inansak yoksa bilime mi? Gelişmemiş ama kendini gelişmekte olan
ülke klasmanına koyan bizim gibi ülkelerde yaşayan insanlarında ayrıldıkları
nokta bu, hem de öyle bir nokta ki hayatımızın her alanını işgal ediyor. Her
kararımızın ardında o var. Bir de öyle bir grup var ki ikisinden de biraz olan
ve kendisini arafta hissedip ne yapacağını bilemeyen. Belki de en tehlikelisi
budur.
Kalıplardan Çıkmak Korkusu
İletişimin
bu kadar güçlü olmadığı zamanlarda her toplumun kendi kalıpları vardı ve kişi
bu kalıplardan çıkamazdı. Eğer çıkarsa bu ya günah olarak ya da saygısızlık
olarak tanımlanırdı (bu bizim gibi az gelişmiş ülkelerde hala bu şekildedir).
Günah kavramı o kadar çok yerde kullanıldı ki artık neyin sevap neyin günah
olduğuna karar veremez olduk. Kalıbımızdan dışarı çıkarız diye kendi dinimizin
kitabını açıp okumadık bile ya da toplumun yargılarından korktuk, korkmaya
devam ediyoruz. Toplumsal baskı dediğimiz ve son on senede kavramlaşarak
karşımıza çıkan “Mahalle Baskısı” (2007 yılında Sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin
tarafından ortaya atılmıştır) olgusu daha da ete kemiğe büründü (İlgili okuyucu
Noella-Neumann'ın, "Suskunluk Sarmalı"
ya da "Sessizlik Sarmalı" kavramlarını
inceleyerek konunun kökenine inebilirler. Kavram, toplumsal baskıdan kaçmak
adına azınlıkta kalan insanların sessiz kalması ve uyum göstermesiyle ortaya
çıkar ve bu duruş ile çoğunlukta olan kitleyi büyütür. Bunu aynı şekilde medya
da yapar fakat bu kavram kullanılmaz daha çok uyum kelimesi kullanılır).
Mahalle baskısı, bir toplumsal ortamda nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını
yazısız olarak belirleyen kurallar bütünüdür. Örnek vermek gerekirse ramazan
ayında birisi su içerken ya da bir şey yerken görmesin diye bunu gizlice
yaparız, bu mahalle baskısının bir sonucu olarak yapılan bir davranıştır. Bu
tarz davranışların hem dini hem de sosyal yönleri vardır.
Sonuç
Zaman
içerisinde birçok kavramı oluşan ve bu kavramlar üzerinden hem kendimize hem de
çevremize büyük zararlar verdiğimiz korku yukarıda Toplum Sözleşmesinden
alıntıladığımız gibi sonunda gelip bizi buluyor. Atalarımız “Korkunun ecele faydası
yoktur” derler, gerçekten de öyle korkmak hiçbir şeyi çözmediği gibi her şeyi
karmakarışık ediyor.
Kaynakça
2
Rousseau, Jean- Jacques (2015) “Toplum Sözleşmesi”, İş Bankası
Yayınları, Çev. Vedat Günyol s.32
Yorumlar
Yorum Gönder